Kategori - Genel

Lohusa olmak/ Ebeveyn olmak / Anne olmak

Lohusa olmak/ Ebeveyn olmak / Anne olmak

 

O doğalı 23 ay oldu ve ben yeniden yazmaya ancak başlayabildim. Notlar aldım, fikirlerimi yitirmedim ama onları bir araya getirebilmek ve eski kendim olamayacağımı anladıktan sonra yeni “kendim”i bulabilmek ve onu cümle içinde kullanmayı öğrenebilmek zaman aldı. Yine de tam öğrendim diyemem. Ama birkaç aydır kendimi yeniden cümle kurmaya hazır hissetmeye başladım yavaş yavaş.

Lohusa olmak

Bebeğimi kucağıma aldığım andan itibaren bambaşka biri olmuştum. Yaralı, endişeli, korkak… Herkesin yaşadığı süreç elbette farklıdır fakat benim hayatımda yaşadığım en zor dönemdi. Yemek yemeyi çok seven ben o dönemde zorunda olduğum için yiyordum. Sıcakmış soğukmuş baharatmış tuzmuş hiç umrumda değildi. Aklım hep bebeğimin yediklerindeydi. Aklımda, kalbimde düşüncelerimde başka hiçbir şeye yer kalmamıştı, ondan başka. Doğumdan sonra ilk günlerde iyi beslenememişti. Inatlaşmıştı benimle emmemek için. Kendimi bir zorba gibi hissetmiştim. O zaman anlamıştım ona hiçbir şeyin zorla yaptırılamayacağını (belki de herkesin ortak noktasıdır?). Şekeri düşmesin diye zorla meme vermekle uğraşıyordum bana çok kızıyordu ve ben ağlıyordum zorla vermeye çalışmam karşısındaki çaresizliğini bana karşı koyamayışına ağlıyordum. Sonra uykuları… biliyordum ki büyüme hormonu uykuda salgılanıyor, uykuları bana dert oluyordu. Uyusun da büyüsün ninni… Bir de o rüyalar… Kimi zaman saçma sapan kimi zaman korkulu karabasanlı rüyalar… Bilinçaltımın derinlerine gömdüğüm her korku, her yetemezlik duygusu, her yenilgi rüyalarımda savaşa giriyordu sanki. Bir de çevreden gelen yorumlar. Bizim insanımız kadın doğum ve pediatri uzmanıdır ve aynı zamanda psikologtur. Her şeyi bilir. Fakat bir arkadaşımın bir tavsiyesi gerçekten çok işime yaramıştı. Yavaşla dedi sadece… Ebeveyn olmak galiba bu yoldan geçiyor. Yavaşlamak ve sabırlanmak. Önce kendinizin sonra çocuğunuzun maskesini takın derler uçak yolculuklarında… Annelik de öyle olmalı mutlaka fakat insanın yenidoğan bebeği olunca bebeği iyi olmadan kendisine bakamıyor ki maskesinden ne kadar oksijen gelirse gelsin. Kısacası çaresizdim. Gazı yeterince çıktı mı? Bakın çıktı mı demiyorum… Yeterince… Karnı mı ağrıyor, doydu mu…

Bir anda gelen bu olağanüstü değişime ayak uydurmak çok zor geliyor insana. Bir anda her şey değişiyor; bütün dünyan, yediğin lokma, içtiğin su aldığın nefes o oluyor. Bunu kabullenmek  özgürlüğünden bir parça vazgeçmek demek. İyisiyle kötüsüyle her şey o artık… Evlilik yıl dönümüzde o 18 günlük bir bebekti. O gün sanırım gerçekten kabullendim. Ben artık bir anneydim. Ve kendimi toparlamam gerekiyordu. Kişiden kişiye değişiyor mutlaka, bazıları bebeklerini o kabulle alıyor kucağına fakat herkes öyle değil. En güzel esaret çünkü annelik. Herkes için özgürlük kolayca elden çıkarılabilen bir kavram değil ama çıkarınca tahminim o ki daha da özgürleşeceğim. Bakalım…

Yardım kabul etmek konusunda daha olgun ve daha cesur insanlar bu dönemde daha rahat edebiliyor. Insanın kendi ebeveynleri torunları söz konusu olunca çok daha yapıcı ve kucaklayıcı oluyorlar. Kendi çocuklarında belki yapamadıklarını yapıyorlar. Onları egosuz sevip korku hissettirmeden yanlarında olabiliyorlar. Mümkünse bu destekten mutlaka yararlanmak gerekli. Ben ilk günlerde kimsenin yardımını ve yapıcı yorumlarını dahi istemedim. Çünkü lohusa kafası bambaşka bir şey. Bu tür yardımları ve yorumları açık gönlülükle kabul etmeye hazır olan kadınlar bile çok daha kolay incinebilir bu dönemde. Benim annem beni kırmadan destek olmaya çalıştı. Beslenme sorunu yaşadığımız o ilk günlerde bebeğimizin emip emmediğini kontrol etmeye çalışırdı fakat bunu da kendi yavrusunu kırmadan yapmak ister gibi sessiz ürkek sırtını kamburlaştırarak kaçamak bakışlarla yapardı. Onu öyle gördükçe daha çok ağlamak isterdim. Çevrenizde sizi korumak için elinden geleni yapmaya hazır kişiler yoksa çevrenizi değiştirin kendinizi koruyun. Çünkü o dönemde insan zaten hep yanlış yapıyorum duygusu ile boğuşuyor. Anladıklarımdan biri ise o duygu tamamen hiç geçmiyor. Sadece bir tık daha mantık çerçevesine sığmaya başlıyor. Anladım ki ebeveyn olmak üç adım ileri giderken iki adım geri gitmekmiş mutluğumuzun derecesi de o bir adıma şükredip iki adıma hayıflanmamamıza bağlıymış.

Ebeveyn olmak

Ebeveyn olmanın sırrını yavaş yavaş çözümlemeye çalışıyorum elimden geldiğince. Bana öyle geldi ki “Fantastic Four” dörtlemesinin güçlerini iki ebeveynde birleştirebilirsek bu iş olur. Bu süreç elbette insanı büyütüyor olgunlaştırıyor fakat şart olan farklı güçlermiş gibi geliyor bana. Mesela esneklik kollarını bacaklarını vücudunu her yere esnetebilen süper kahraman gibi ebeveynler de zihnini esnetmeyi öğrenebilmeli. Bir diğeri ateşi kontrol etmeyi öğrenebilmek olmalı. Yani öfkemizi, aceleciliğimizi, sabırsızlığımızı, istikrarsızlığımızı… Kısacası kontrolsüz bir alevle eş değer olan tüm özelliklerimizi. Sadece bunları kontrol etmek değil, kontrol ederken de uçabilmek bu kontrolü yitirmeden. Bir diğer özellik ise görünmez olmak. Her anlamda… Elbette kendimizi ihmal etmeyeceğiz ama çocuğumuzun bir ihtiyacı olduğunda biz görünmez olacağız, çocuğumuz parladığında biz onun ışığında görünmez bir destek olacağız, çocuğumuz bunaldığında hata yaptığında yalnız kaldığında görünmez olacağız ama orada olacağız. Son olarak da güç ve dayanıklılık. Bunu çok açıklamaya gerek yok sanırım. Olabileceğimiz kadar güçlü ve kaldırabildiğimiz kadar dayanıklı olmak…

Anne olmak

Beni en çok uykusuzluk gece kalkmaları dur durak bilmeden dinlemeye fırsat bulamadan devam etmeye çalışmak yormadı. Beni en çaresizlik yordu. Yıllar önce bir arkadaşım demişti ki ebeveyn olmak sürekli kalbinde açık bir yarayla dolaşmak. Bir başka yerde de duymuştum ki kalbini çıkarıp etrafta dolaşmasını izlemekmiş ebeveynlik. Hepsine katılıyorum. Doğduğu an demiştim ki kendime 38 yıldır sen benim bebeğimmişsin sadece yeni haberim oldu. Annelik işte böyle bir şey. 

Devamı yaşamda...


Stresi stres yapmak

Birçok yazı kitap ve fikir var stresli durumlarla nasıl baş edileceği konusunda. Ben bu konuda çok iddialı değilim. O tür durumlarda okuyacak gücü kendinde bulmak, uygulamaya geçirebilmek ve istikrarlı davranabilmek herkesin harcı da değil elbette. Benim ne katkım olur bu konuda diye biraz da alaylı bir düşünce zincirine kapıldığım anda fark ettim, stresli durumlarda ne yapılmamalı, ben biraz da bunu anladım. Bu konuyla ilgili düşünceleri kağıda dökmek belki biraz yön verir fikirlerime biraz içsel hale getirmemi sağlar ve belki benim gibi taş kafa olmayan bir iki insana fayda bile sağlar. İnsan stresliyken ne yapmamalı?

1)      Yaşamayı ertelememeli: Bazen öyle büyüktür üstümüzde oturan fil devam etmek için biraz yükten kurtulmak ihtiyacı duyarız. O yükten kurtulmadan bir adım dahi atamayız. Fakat küçük küçük o yükleri atabilmeye başlamak için bile hareket etmek gerekir. Biz dursak da, hayat durmaz. Biz gücümüzü kaybetsek de yaşam bizden güç talep etmeye devam eder. Şu durmak yok mu, öyle bir enerji yayar ki bizden sevdiklerimize, dokunduğumuz her şeye; zehirdir adeta. Her şey bizden başlar, biz iyi değilsek kimse iyi olamaz. Çözüme odaklanmazsak kimse bizimle yol alamaz.

2)      Çareyi destekleyici maddelerde aramak; alkol, sigara, v.s… “Çok stresliyim, ihtiyacım var” “Şimdi içmeyeceğim de ne zaman içeceğim” “Buna da dokunmayın, başka ne kaldı elimde” gibi birçok bahane bulmak mümkün. Aslında bırakmak istediğimiz alışkanlıkları bırakmak için daha uygun zaman olamaz. Stres kötü alışkanlığı tetikliyor, kötü alışkanlık ise yeniden stresi. Kısır döngüyü olumsuz yönde etkiliyor sadece. Biraz durup dikkat edince de kötü alışkanlığın etkisi geçince stresin etkileri değil azalmış, artmış oluyor. Üstelik başka duygusal durumları tetikliyor.

3)      Zamanı makinesi talep edilmemeli: Ah o seler, salar… Zaman makinesi olsa sürekli hatalarımızı telafi edebilseydik çok hoş olurdu. İleriye gitmek yerine, geriye giden bir yaşam belki de daha az yıpratıcı olurdu. Bu işin felsefi boyutu çok derin, kim bilebilir ideal yaşamın ne olduğunu… İdealin yaşamak olduğunu… Gerçek olan bir şey varsa şimdilik geriye saramıyoruz. En azından ben saramıyorum. Elimde olan tek araç ileriyi daha çekilebilir kılmak.

4)      Günah keçisi aramayın: Nefes alacak haliniz yokken toplumda aktif olarak yer almak zorundasınız. Belki iş, belki aile, belki sosyal sorumluluklar nedeniyle kabuğunuza çekilme lüksünüz yok. İnsanlarla aktif iletişim halinde olmak zorundasınız ve bu belki en son istediğiniz hatta yapamayacağınızı düşündüğünüz yegane şey. Bir kere rol kesmek zorunda değilsiniz, mükemmel görünmek zorunda değilsiniz, sürekli gülmek ve güçlü görünmek durumunda değilsiniz ama acınızın acısını başkalarından çıkarmamak durumundasınız. Herkesin bir hikayesi var, sizinki sizin başınızda diye daha zorlu ve acımasız değil. Ne var saymalısınız ne de kıskanmalısınız. Hayat döngüsü bu, kimin ne durumda olduğunu bilemezsiniz ve işin gerçeği şu ki sizin yüzünüz gülerken de başkaları ağlıyordu. Empati bile gerekli değil bu şartı sağlamaya, nötr olmak yeterli. Bilirim insan öyle bir acılaşabiliyor ki, bitter çikolata gibi acılaştıkça da daha sağlıklı hale gelmiyor ve bana kalırsa olabileceklerin en tehlikelisidir bu duygu durumu…

5)      Kendine acımamak: En önemlisi bu… Öyle gururluyuz ki kimse bize acımasın istiyoruz ama acınacak halimize gülmek yerine kendimize gereğinden çok acıyoruz. Kendi gözümüzde kendi değerimizi böylelikle düşürüyoruz. Kendimize iyi davranalım dostlar. Kimse bizi beğenmek zorunda değil, saygı göstermek zorunda değil, değer vermek zorunda da değil. Biz zorundayız, kendimize o kadar da haksızlık yapmayalım. Başımıza gelenler, yaptığımız hatalar, yaşadıklarımız tarihin tekerrürü içinde o kadar küçücük kum taneleri ki… Hem çok küçüğüz hem de yeri geldiğinde sevdiklerimiz için her şeyiz ama kendimizi affetmeden, kendimize bir şans vermeden bu yolu yürümemiz çok zor.

Herkese şifalar diliyorum. Sevgiyle kalın… 


Sanatı sevmek

yaratılış, mizaç, kişilik, üflenen ruh ne dersek diyelim çok küçük yaşlardan başlayarak hepimizde var. Bu yüzden farklıyız. Bir çok konuda genellemeler yapılsa da, ırksal cinsiyetçi genellemeler yapılsa da genellemelere uygun değil yapımız. Bu nedenle herkese farklı şeyler iyi gelir. Bazıları derdi olduğunda bıdı bıdı konuşup birilerinden destek alabilir iken bazıları içine kapanır ama depresyona girer yine de onu yaşar, bazıları ise çoook derinlere gömer. küntleşir, tepki vermez, bir şey yokmuş gibi devam etmeye devam eder.. sözde..
Bu yüzden sanatı çok seviyorum. Sanatı sevmek için çok neden var zaten. Her türlü sanat dalı insan "çekilebilir" kılıyor. Verdiğimiz bu kadar zararın arasında doğaya olan saygısızlığımıza rağmen ürettiklerimizle "acaba" dedirttiyor. Acaba insanlık göründüğü kadar kötü değil mi? dedirttiyor. Buna aracı olan da sanatçılar. Bu iyilik algısını tekelinde tutanlar değiller, aracılar. Çünkü her sanat ürününde fersahlarca uzak onlarca binlerce insan kendinden bir paça bulur. Evet der, hissettiğim/düşündüğüm tam olarak da bu der. Sadece diğeri gibi ifade edemez. Bu nedenle sanat göründüğünde de önemlidir. Bazıları için daha da önemlidir. Yaşamak zor değil mi arkadaşlar? Zorlanmayan var mı? Varsa sırrı nedir? Bazılarımız doğuştan yeteneklidir bazılarımız yolculuk sırasında evrilir de bu başarıya ulaşır ama bazılarımız hayatın yükünü paylaşmayı hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyiz. Bu yükü bazen tek de taşımak istemeyiz, artık üzülmemek isteriz. Artık ağlamamak isteriz. Bu nedenle gömeriz. Üstünü örteriz, görmezden geliriz. Biliriz ki bir gün bir yerden belki de çok ağır şekilde çıkacaktır ama insanızdır ve elimizden bu kadar gelir. Bu anlarımızda bile, en karanlık ruh durumlarımızda sanat ve yancıları bizi yalnız bırakmaz. Bir film izleriz, bir kitap okuruz, bir resime bakarız ve ağlarız. Ne için ağladığımızı bilmeden ve aslında bilerek... Sanat biraz olsun yükümüzü hafifletir, yolumuza kaldığımız yerden devam edemesek de bataklığa gömülmemize engel olur. Sanat güzeldir be smile


Ben'den Sen'e geçmek

Benden Sen’e geçmek

İnsanoğlu’na birey bazında baktığımızda tüm işlevleri bir şekilde “ben”i korumaya yöneliktir. Aile, arkadaşlar veya yakın çevre hep ikinci planda devreye girer. Kendini sağlama aldıktan sonra diğerleri gelir. Bu kuralın tek istisnası anadır, annedir. Bu nedenle bana kalırsa çocuk sahibi olmayan bir kadının gebeliği fiziksel koşullar açısından rahat, duygu-durum açısından heyecanlı, çevresel ailesel ve kültürel olarak el üstünde tutulduğu bir süreç olsa da bilinçaltında sancılı bir süreçtir.  Kendisi farkında olmasa da bile bilinçaltında bir yerde fiziksel doğum gerçekleşmeden ruhsal bir doğum süreci geçirmektedir. Ben’in içinden sen’i daha hiç görmeden tanımadan bilmeden çıkarmaya çalışmaktadır. O güne kadar herkes gibi ilk önce kendini korumaya programlı olan benliği can çekişmektedir. Bir canlı gelecek ve sen tüm insanlıktan farklı duruma geleceksin, sen hep ikinci sırada olacaksın kendin için. Dışarıdan bakarken ilk önce kendi maskeni takıyormuş gibi görünsen de durum gerçekte öyle olmayacak. Belki bu yüzden yapmaması gerekenleri yapmamak daha bir zor geliyordur o dönemde. Eskiye programlı benlik kendini korumaya çalışmaya devam ederken yeni oluşan benlik artık benim için iyi olanları yapacaksın diye kişiyi kendine doğru çekmektedir.

Bazen şaşırırım toplumda çok büyük bir kesimin üzerinde çok da derin düşünmeden anne olma isteğine? Bu kadar doğal görünen olgu insan doğasını tamamen mutasyona uğratan bir süreç aslında… Mutasyon ne zaman tamamlanır? Doğumda mı, gebelik sonlarında mı? Kimbilir… Bilemediklerimizin arasında ekleniversin bu da…


2020/4

Psikanaliz narsizmi besler mi? Yine ne diyor bu deli dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ne yapayım beynim kelimeleri işleyen bir tığ gibi beklenmedik yerlere götürüyor hayatın yünlerini smile Yani daha doğrusu insanın kendini anlama, kendisini kendi yapan yolcuğunda etkili olan travmaları, eksilerinin artılarının dayandığı sebepleri araştırma yoluna girmesi hatta daha da ileri giderek kişisel gelişim yolcuğuna adım atmasını sağlayan tüm girişimlerin böyle bir etkisi var mıdır?

Bir adım geri atalım…

Büyük aileleri düşünelim, mafya ailelerini, aşiret ailelerini, multi-milyar mirasa doğmuş aileleri, ünlü aileleri… Bu ailelerde dışarıdan her zaman öyle görünmese de birey önemli değildir, bütündür önemli olan. Topluluktur, gruptur… Birey ise bütünü oluşturan parçalardan biri olma yolunda önemlidir, vazgeçilmezdir ama hiçbir zaman başrol oyuncusu olamaz. Bu tür topluluklarda bireyselcilik, tekeycilik, içe dönme, düşünme-araştırma-geliştirme narsistik bir uğraşa döner. Bu uğraşlar ise kendi varlığının yıldızı olabilmeyi sağlar. Bu gruplarda entelektüel uğraşlar istenilen yol değildir;  pragmatik uğraşlar, ortak inançlar, geleneklerdir süreklilik için gerekli olan. Sadece tek kişi değil, hiç kimse başrol oyuncusu değildir hatta hiç kimse travmalarının bile yıldızı olamaz. Hepimiz şu cümleyi duymadık mı:” Bizim zamanımızda hiç böyle olabilir miydi? Tokatı yerdik babamızda kendimize gelir, ayarlarımız düzelirdi”.

Bana kalırsa bu anlayış neslin devamı için savunma mekanizması olarak gelişmiştir. Neslin devamı için entelektüel uğraşlar tehdit oluşturur… Yaşam kalitesi düşük olsa da kantitesi yüksek olsun ister neslin devamını getirmek için yırtınan bilinçaltı-dışı-ortası-üstü-içi-dışı…