Kategori - Öykü

Siyah Pelerinli Adam ve Hamam

Siyah pelerinli adam ve hamam(07/05/2008)


Aşk masallarının büyüleyiciliğine kapılıp bunu gerçek yapmak isteyen adam, kendi gerçeği ile savaşmak zorunda kalınca; kendi gerçeği yüzünden çok kötü yaralara maruz bırakılınca, çirkinleştiğini zannetti. Bütün bu savaşa rağmen büyüleyici, kültürlü, akıcı, güzel bir adam, güzel bir kalem, gözlere güzel bir şölen dünyaya yetişti. Herkes gördü sevdi, tadına baktı. Kendi dışında.

Siyah pelerinli adamı kapatmaya çalışan kadınlardı
Yanlışı yapan
Siyah pelerinli adam bir kadının olamazdı
Her kadına ulaşmalı her kadının en az bir kere bir aşkı hissetmesini sağlamalıydı,
Böyle yazılar yazdıran.

Kimse bu tür aşklara inanmaya devam edemezdi. Devam edenler kör kalır, aptal denilir arkalarından gülünürdü. Etmeyenler, ya siyah pelerinli adam gibi onların hayaleti peşinde yerinde çürürdü ya da hamama giden, sudan çıkan kadın gibi dalga geçerdi. Bu karakterlerin çok önemli bir ortak noktaları vardı bilmedikleri. İkisi de birer hayalperestti. Doğduklarında, küçüldüklerinde ve büyüdüklerinde bile. Dalar dünyayı kurtardıklarını, sevdiklerini, evlendiklerini, mutlu olduklarını hayal ederler; uyanır, uyanamazlardı. Hayalleri öyle büyüktü ki, gerçek olmayınca bir tanesi kendini suçlamayı ötekisi vazgeçmeyi seçti. Vazgeçen birçok acıyı da geçti.

Osmanlı İmparatorluğunun son padişahı tarafından yaptırıldığı söylenen bir hamama giden iki kadın… Sanki buymuş gibi normali hiç yadırgamadan hamama giden o iki kadın, konuşan iki kadın. Uzun süreli ilişkisi olan Elif: " Ben düğün yapmak istiyorum ama evlenmek istemiyorum, gelinlik giymek istiyorum" der. Düşünürler, acaba birlikte olabilmek için evlenmenin şart olduğu zamanlar ya da hatta erkeklerin evlenmek istemeyip kadınların buna delirdiği zamanlar bile, daha mı iyiydi? Bir mesleğin değil de bir kocanın "altın bilezik" sayıldığı zamanlar daha mı iyiydi? Onlara gerçekten ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda daha mı az düşünüyorduk? Daha mı az konuşuyor, daha mı az terk ediliyor? Daha az mı seviyor? Daha az korkuyor, daha az mı çekip gidiyorduk? Hamamın içine girerken o sıcağa birden alışamadılar, nefesleri kesildi. Hani aşksızlığa uzun zamanlar alışıp birden bire aşka maruz kalınca olanlar gibi. Hamamın tepesi kubbe şeklindeydi ve deliklerle küçük ışık yolları açılmış tavan bu minik penceremsi girintilerle doluydu. Odadan odaya geçtikçe ısı artıyordu. Üç kademe ısı vardı. Sırayla hepsi geçilecekti. En sıcak odanın taşa oturulmayacak kadar sıcak olduğu söyleniyordu. İlk odadan ikincisine geçerken ısı farkını çok hissetmediler. Ateşe atmışlardı bir kere kendilerini, o ateşe atılmayı kabullendikten sonra, altını kim açarsa açsın sıcaklığın artışı çok da hissedilmiyordu. Tıpkı kaynar suya atılan kurbağanın çektiği acı ile normal suya konup yavaş yavaş kaynatılan kurbağa arasındaki fark gibi. Farkına bile varmadan pişerdi insan. Severek, pişerek ve hiç anlamadan ölebilir insan o ateşte. İki kadından daha tombul olan ama hamamın mevcut seyircilerine göre elbette ince olan, bunları aklından geçiriyor hatta dile bile getiriyordu. Çünkü;

Ruhunda bir damla sanat ateşi taşıyan insan
Hayat geldikçe üstüne yaşayamaz
Sorgulamadan
Yazmadan.
Kendini bırakamaz huzura,
Her şeyin altında yatan anlamı
Anlamadan
Yatmasa da anlamlandırmaya çalışmadan.

Anlamlandırmaya çalışmak siyah pelerinli adam ve tombul hamam kızının ortak bir yönü daha idi. Siyah pelerinli adam öyle çekmiş öyle sıkılmıştı ki kendinden, bir tek hareketi daha egodan yaparsa kaybolacaktı tüm anlam. Onun yapacağı her şey ya korkudan ya da aşktan olmalıydı; yapmış olmak için yaptığı şeyleri tüketmişti hayatta, hakkı kalmamıştı öylesine yaşamaya. Buna inanıyordu, bütün gelenleri hak ettiğine de… Yalnız bir şey eksikti göremediği, haklarının bittiğine inanmasındaki güzellik ve saflıktı anlamak istemediği.

Hamam kadınları bir sürü çıplak kadının arasında birbirinin üstüne su döküyor, konuşuyor, gülüşüyorlardı. Her şeyin olduğu gibi hamamın da bir raconu vardı elbet. Önce suyla biraz oynanır, sonra 3. Kademedeki sıcaklığa terfi edilip orada ter atılırdı. Sıcak odadan çıkıp keseye yatılır ve bütün ölü deriler tek tek temizlenir pislikler suyla yıkanır gözenekler yeni pislikleri misafir etmek için sonuna dek açılırdı. Aynı zamanda biraz da ruhlarının temizleneceğini zannederdi hamam kadınları.
Bir tas su dök
Kafandan aşağı
Bir zamanlar yaptığın yediğin her şey havaya karışsın
Hapsetsin onları hamam.

Çünkü siyah pelerinli adam çünkü ile başlayan cümlelerin tanımı idi. Çünkü o gelmeden çok önce çünkü ile başlayan cümleler başlamıştı. Boşu boşuna tüketilmişti çünkü o daha varmadan. Bu kaçınılmazdı artık hayatta. Var olan her şeyimizi çünkü nün en anlamlı olduğu insana saklamak mümkün değil artık. Eksildiğimizi kabullenmek zorundayız hayıflanmadan. Az daha çoktur diye avunmalıyız belki de. En basitten gelen insan yolu en basite gitmek ister çünkü ve belki de. Siyah pelerinli adam çünkü lü cümlelerin eseri olamayacaktı maalesef, çünkü bunun için geçti ama onun için değil, onun için erken bile. Görecek kadar uyanık, görecek kadar hayalperest kalabilse…

Hamam kadınları konuşmaya devam ederken keselenen kadınları izliyorlardı. Memeleri ile yatan kadınların kirleri bir bir atılıyordu. Tombul hamam kızı kendini buna hazırlamaya çalışıyordu. O artık öğrenmişti, o çok uzun zamandır, o kendini bildi bileli çıplak bırakmıyordu hiçbir zaman. Konuşuyordu tombul olan: " Hayal kırıklıklarım öyle büyük ki onları ifade etmek için üstlü sayılara ve öyle fazlalar ki onları hesaplamak için logaritmaya ihtiyacım var artık". "Aslında yapmak istediğim, demek istediğim tek şey, 'her gün her gece sev beni'. Çünkü bir bu var hayatta asla kirletemeyeceğimiz, sevgi. Onu da kirlettik dediğini duyuyorum, ısrar ediyorum, asla kirletemeyiz…". Hamam kızları birbirinin doğum haritasındaki boşlukları dolduran insanlar misali birbirlerinin anlatılarını anlamsız bulmuyorlardı. Elif devam ediyordu:" Öyle dolu ki bu beynim ve öyle anlamıyor ki çoğunluk bunu, bilerek yaptığımı zannediyorlar, yetinmediğimi… Yapmayı denemediğimi, terapiye gitme nedenimin bunu yapmak olduğunu anlamıyorlar. Mükemmel olmasını istediğimi görüyorum, hayatımda olmasını istediğim her şeyimin. Mükemmel yapamayınca korkuyorum. Belki de senin siyah pelerinli adamın kadar cesur değilim ben. Bazı şeyleri mükemmelleştirmek isteyeceğimi, başaramayacağımı sonunu getirecek gücümün olmadığını hissediyorum zaman zaman. Fakat bunu onun gibi baştan kabullenip yaşamamak yerine yaşamaya çalışıyorum onun kadar cesur olmadığımdan." Tombul kız müdahale etmeden duramıyor:" Cesur olsan o zaman korkardım, korkmayan insanın hayatında kaybedecek bir şeyi kalmamış demektir". Elif devam ediyordu:" Doğru söylüyorsun belki ama korkum bile yetmiyor. Mesela eve döndüğümüzde seninle güzel güzel krep yiyeceğiz yatacağız, dinleneceğiz hayatın tadını çıkaracağız. Ama ertesi gün gelecek ve ben daha kendi ruh sağlığımdan emin değilken başkalarının ruh sağlıklarının bana emanet edildiği günler gelecek, daha aşklarımın arkasında sağlam adım duramazken benden bir aile kurmam beklenecek ve ben bütün bunları yaşlandığımın belirtisi olarak göreceğim sadece. Sahilde sırt çantamla kalın kaşlarımla gezinip platonik aşkları dert zannettiğim günleri özleyeceğim". Sustular, iç çektiler.
Gerçek şuydu ki bizim 2 hamam kadını gibi kadınlar, susup duramazdı. Hayat onlara olamazdı. Onlar hayata olmalıydı. Onlar nasıl insanlardı, nasıl anlatsam? Biri masasının üzerindeki deliliği fark edip telefonda arkadaşına söyleme gereği duyan bir düşünür, biri bunları bana yazıp yollasana onları öykü yapacağım diyen bir yazar.

Elifin masasındakiler:

2 İran kedisi.
Kalem kutu
1 kutu diyet kola.
1 boş şişe kola
Salatalık turşusu kavanozu
Varoluşsal psikoterapi kitabı
Tırnak makası
Törpü
1 bardak dibinde kola var, buz erimiş o yüzden içilmemiş
1 defter
1 flashdisk
Telefon
5 lira
Buruşturulmuş peçete
Boğaz pastili
1 su şişesi
1 ayraç
Laptop
Bir de mükemmel arkadaş, mükemmel dost, mükemmel psikolog, vasat evlat, vasat kız
Kardeş vasat sevgili

Ama bakınız; siyah pelerinli adam sanıyordu ki hayat hep ona oluyordu. Sanıyordu ki, her şeyi o yapıyordu, her şey ona yapılıyordu. Kötünün de kötüsü, iyinin yüzkarasıydı sanıyordu. Onu seven herkesi küçük görüyordu böyle düşünerek. İnsan bir kendi sevilmesi, kendi egosu söz konusu olunca aklıyla düşünemezdi, yararlı olamazdı, böyle yapıyordu.

Tombul hamam kızı da inanmıyordu.
Böyle bir güzelliğin harcanmayacağını biliyordu.
İyimserdi, onun yolunu bulacağını biliyordu.
O yolun kendisine bakmadığını biliyordu.
Pelerinli adamın hayranlığının kendine olmadığını anlıyordu.
Onun tekrar uçabilmesini istiyordu gönlü.
Bencildi, bencil değilim diyemezdi yine de bir gün uçacağı gerçeği onu mutlu ediyordu.
Uçup gidecek olsa da yanından onun o gün.
Tombul hamam kızına olan duygularını gösterebilmek için ya ona gelmek ya da bunu toplumsal bir hareketle ortaya dökmek seçeneğinin kulakları acıtıcı güzelliğine fırsat tanınmadan gideceğini biliyordu siyah pelerinli adamın.
Çünkü
Çünkü o çünkü leri hak ediyordu
Ve çünkü
Duyguları hakkında bir haber olan
En az Elif en az siyah pelerinli adam kadar habersiz olan ve korkan tombul kız
Her şeye rağmen
Sanırım
Onu seviyordu.

Sevgi öyle dile düşmemeliydi. Sevgi hep böyle zor ifade edilebilmeliydi. Sevgi tensel yaklaşma ile karıştırılmamalıydı. Tensel yaklaşma iyice anlamsızlaşmıştı. Tekrar anlam kazanana kadar tenler artık yaklaşmayacaklardı.

Üçüncü odaya geçme zamanı gelmişti. Orasının ne kadar sıcak olduğundan söz ediliyordu. Tombul kız fark edemedi birden. Evet mermerler oturulmayacak kadar sıcaktı, evet misafirperver bir Elif dostu yanmasın diye soğuk sularla yıkamıştı her yeri ve yine de sıcaktı ve hatta plastik taslarını; bakır olsun diye imrendikleri plastik taslarını soğuk su çeşmesinden doldurup üstüne oturma gereği duymuşlardı ama yine de o kadar da sıcak değildi sanki. İnanılmaz terlediler. Yeter dediler, keselenmeye döndüklerinde ikinci odaya, anladılar. Meğer insan kendini ateşe bir kere attı mı hissetmeden pişen kurbağa bacağı çorbası misali yavaş yavaş altlarından ısıyı arttıranları fark etmezmiş, ancak öyle bir sıcaktan daha az bir sıcağa dönebilince aslında ne kadar da rahat nefes aldıklarını, ve ne olduğunu bile bilmedikleri bir uğurda, ne kadar uzun olduğunu bilmedikleri bir süre boyunca nefessiz kaldıklarını ancak o zaman anlarlar. Akıllı olan şükreder, güçsüz olan dönmek ister. Bu kadar da basittir.
Midir?
İnsan öyle güçsüz bir varlıktır ki aslında, cümlenin sonunu açıkça noktayla getirdikten sonra bile soru sormaya cüret eder.

İki insan
Senelerdir birbirini az çok bilen iki insan
Başka bir isim koyma gafletinde bulunurlarsa birlikteliklerine
Birbirlerine bakışlarındaki berraklık yok olur.
Sanki bilmez gibi birbirlerini, birbirleri hakkındaki fikirleri konusunda bile şüpheye düşmeye başlarlar.
Yanılırlar.
Aşk yanıltır.
Aşkın ismi bile yanıltır.
Aşkın ismi mi? Yoksa aşk mı onları yanıltan?
Anlayamazlar.

Sonunda keselenme zamanı da gelmişti. Arkadaşının keselenmesini izleyen tombul kadın korkusunu yenip yattı memeleri açık kadının önüne, çünkü artık onun da memeleri ortadaydı. Korktuğu gibi değildi. Biliyordu ki, bütün yalanlar dolanlar hileler oyunlar kadınların dünyasında mevcuttur. Dürüstlük bütün basitliği ile olsa dahi erkeklere mahsustur. Yine de o hamam öyle güzeldi ki. Memeler sadece memeydi, göğüs değildi. Erkeklerin sahnesinde olayın oynanacağı gibi değildi, kadınlar birbirlerinin göğüslerini görüp tahrik olup ellemeye başlamayacaklardı. Kimsenin umurunda değildi, kimsenin memeleri, yağları, kılları, göbeği kimsenin umurunda değildi. Seksi olmak şart değildi. Seksi davranmak saçmaydı. O kadınlardan kimi parasını kazanıyor, kimi rahatlamak istiyor, kimi tedavi oluyor, kimisi ise sadece yıkanıyordu. Hatta parasını kazanmak için bir kadının benim vücudumu keselemesi, masaj yapması gerçeği bile o kadar rahatsız etmiyordu beni. Rahatsız etmesi, mesleğine saygısızlık duymak olurdu. Oysa düşünün genel evlere giden erkekleri; en adam olanları bu işten rahatsızlık duyup yapamıyorlar ve bu onların en adam olanları. Erkeklerin en adam olanı bile karşısına bir kadın geçti mi, onu cinselliğinden ayrı görüp saygı duyamıyor. Çünkü bu doğa kanunlarına aykırı. Orada acıdım bazı kadınlara. Belki de güzel hayatları vardı, ama eminim ki bazılarının da yoktu. Eminim ki bazıları burada çıplak bile olsalar insanlıkları ve sadece insanlıkları ile yargılanırken, eve gidecek bir et parçasına dönecek, bir erkeğin altına yatmak için kendilerine bakacaklardı. Hiç gerek yokken, onlar zaten dünyalar kadar güzelken…

Siyah pelerinli adamı kapatan kadınlardı yanlışı yapan
Öyle ya,
Hissetmese bile onun adımını attığı her yerde aşk bitmeliydi
Hissetmese bile.
Kimse ona herkese aşkı yaşatma misyonunu vermedi
Bu adil olmayan yolu kendi seçti
Yaşatamayınca suç kendinin zannetti.
Hak yoktur oysa ne doğru ne de yanlış
Ne yanlıştır onu kendi için isteyen kadının yaptığı
Ne de yanlıştır onun kendisi için daha iyisi olduğunu bilmesi
Ne korkmasıdır yanlış
Ne de vazgeçmesi.

Ne denir bilinir; tragedya+zaman eder komedya. Trajedilerini dünyanın bütün zamanına rağmen bir noktadan sonra komedi olarak görememektir bir insanı hasta yapan. Başka hiçbir şey değil. Siyah pelerinli adamın yaptığı hiçbir şey hasta damgasını kendisine vurmasına neden değildir bundan başka. Çünkü evren bile onun komediye dönen öyküsünü izlerken kirli ekranından, o hala tüm saflığı ve berraklığıyla trajedi zannediyordur ona her olanı.

Siyah pelerinli adam, tombul hamam kızının bu güne kadar arzuladığı her erkekten bir parça taşıyordu. Öyle ki, sorulsa bunlar ona, bunları listeleyebilir ve hatta aynı parçayı taşıyan erkekle eşleştirebilirdi. Peki ya inanç? O neredeydi. İnanç yoktu. Ayrı ayrı o parçaların sahibi adamlar hep biraz eksikti, bu yüzden kusursuzdular, tehlikesizdiler, gideceklerdi, gitmelerini istediğinde pişman duymayacaktı. Ya o parçalar, ya birleşseler bir adamda… Ne inanabilirdi doğruluğuna, ne gitmesini isteyebilirdi, ne de gittiğinde pişman olmayacağını garantileyebilirdi. Mutlu da olsa, son sondur. Tombul hamam kızı masalların gülünçlüğü ile dalga geçiyor ve onlara inanmıyordu. Ancak eksik aşklar, eksik süreler boyunca eksik mutluluklar verebilirdi.

Siyah pelerinli adam bu gerçeği doğruluyordu, sevsem bile vazgeçerim… Sevsem bile çeker giderim diyordu. Hem de yazıya dökülemeyecek kadar kısa zamanlarda.

Aşk masallarının büyüleyiciliğine kapılıp bunu gerçek yapmak isteyen adam, kendi gerçeği ile savaşmayı öğrendi sonunda; kendi gerçeği yüzünden maruz bırakıldığı kötü yaraları hak etmediğini anladı, güzelleştiğini fark etti. Bu savaşa rağmen bütün cesetlerin arasında ayakta kalan büyüleyici, kültürlü, akıcı, güçlü, gururlu güzel adama, güzel kaleme, gözlere sergilenen güzel şölene baktı ve gurur duydu. Herkes gördü, sevdi, tadına baktı. Kendi bile.

Gerçek mi? Şüpheyle baktığını görüyorum. Masallara ve mutlu sonlara alayla bakan tombul hamam kadını en azından şunu biliyordu, onun kalbinden geçtiyse bu son, bu son olacaktı. Bu inanç değildi, bu hayalperestlik değildi. Bu deneyimin tam kendisiydi. Bugüne kadar olmuş olanlardı. Bugüne kadar olanlar yarın da devam edecekti.

Masallar yanlış değil sadece terstir…
Uyuyan güzel neden güzeldir;

Uyuyorsun
Güzelliğin bu nedenden
İçinde yaşadığın dünyayı bilip de
Güzel kalamazdın sen.

Çirkin ve güzel masalında bir iğrençlik abidesi olarak yansıtılan çirkin güzelden katlarca güzeldir aslında. Eğer güzel onu çirkinliğine rağmen sevdiyse, bir başka bildiği, bir başka çıkarı vardır, çirkin onun bu yüzünü bilmesine rağmen onu sevdiyse ondan katlarca güzeldir.
Küçük denizkızı mı? Yorumlamaya bile cüret edemiyorum. İnsan korkuyorsa kaybedecek çok şeyi vardır.


Cinsiyetsiz öykü (2002)

CİNSİYETSİZ ÖYKÜ

 

 

  Üç katlı bir apartmanın orta katının camı açıktı. Bir güvercin camın dışında oturmuş içerisini izliyordu. Sarı boyalı duvarlar yavaş yavaş dökülmeye başlamış, üzerlerine yapıştırılmış olan yazı ve fotoğrafları zor kaldırıyordu. Oda boydan boya bu resimler ve yazılarla doluydu. Pencerenin karşısındaki duvarın tam ortasında bir ayna duruyordu. Bir insan orada oturmuş boş boş aynaya bakıyordu. Güvercin ‘bilir’ bir bakış attı.

  Odamda aynamın karşısında öylece oturmuş düşünüyordum. Üyesi olduğum “Yansımalar” dergisi için İstanbul hakkında bir makale yazmam gerekiyordu. Ama ne yazacağımı bilmiyordum, çünkü İstanbul için söylenmemiş söz yazılmamış şiir kalmamıştı. Öyle ya, trajedilerin şehri. Mutsuzluklarıyla mutlu olmasını bilen kör insanlar ülkesinin kalbinin attığı şehir; İstanbul. Ne yazmaya çalışsam bir emsali vardı, her şey artık bayatlamaya başlamıştı. Düşüncelerimin arasında kayıptım, bu yüzden boğazın serinlettiği bu yanan şehri semt semt gezmeye karar verdim. Kendi oturduğum yerden başladım işe. Çengelköy.

  Çengelköy. Kime sorsanız bilir... Çengelköy.. Çınaraltı kahvesi... Süper baba dizisinin çekildiği yer. Sonra hıyarları da meşhurdur Çengelköy’ün. Ama ben kimsenin bilmediği, kamera ve ışıkların bile meşhur edemeyeceği bir şey bulmak istiyordum Çengelköy hakkında. Çınaraltı kahvesine gittim, denize yakın bir masa buldum kendime, oturdum. Bir de çay söyledim kendime. Sevimli bir yerdir burası, çoğu kişi neşelidir ve tıklım tıklım doludur her daim... Bu sevimliliği kabadayı tavırlı garsonlar bile bozamaz, hatta o mekanın büyüsü içinde öyle bir garsonun “bacısı” olmayı bile kabullenebilirsiniz. Çayım az sonra geldi. Onu tatlı tatlı yudumlarken neredeyse buraya geliş amacımı unutuyordum. Birden yan masadan konuşmalar çalındı kulağıma. İki tıp öğrencisi, biri kız öbürü erkek yaz tatiline girildiğinden beri görüşememiş, eski günleri yadediyorlardı. İkisi de bu konuşmalardan memnun görünüyordu. Biraz da mahçup. Ve ölesiye merak ettim cocukça tavırlarının altında yatan hikayeyi. Sevdikleri yerlerden bahsediyorlardı, erkek olan konuşuyordu: “Taksim’de herkes İstiklal Caddesi üzerindeki yerleri bilir, kafeleri, pasajları, sinemaları... Ben ise ara sokaklarında belirli yerleri bilirim. Ortaokuldayken ben, bir ara sokak vardı Beyoğlu’nda okul çıkışlarında arkadaşlarla takıldığımız. Başkasına sorsanız sıradan bir sokaktı ama bizim için özeldi. Sevgililerimizi alır o sokağın kaldırımlarında oturur, sigaralarımızı tüttürerek muhabbet ederdik akşama kadar. Biz mezun olduktan sonra meşhur oldu o sokak. Herkes takılmaya başladı oralarda”. Yazdıkları şiirlerden bahsediyorlardı, onlara ilham veren şeylerden... Çok şey paylaşmak istiyor gibiydiler ama çözemediğim bir engel vardı aralarında. Saat yedi gibi kalktıklarında çözümü bulmuş gibiydim. Engeli aşabilseler, sınırsız ortak noktalarıyla sonsuza dek birbirlerini yaşayacaklardı, hiç ayrılmak istemeden... Ama ikisini de bekleyen başka türlü yaşamlar vardı, bu kader gibiydi biraz... Sanırım. Bir yaz günü için hala havanın aydınlık olduğu bir saatti. Bir minibüse binip Üsküdar yolunu tuttum. Minibüs güzel havanın etkisiyle tıklım tıklım doluydu. Boş yere mücadele ile geçen hiçbir yere varamayan hayatlarında tek neşeli günlerini son damlasına kadar tüketerek yaşamaya çalışan insanların hüzün kokusu ile doluydu. Şöför eksik ödenen paraların ve saptayamayacağı beleşçilerin acısını çıkarırcasına delice kullanıyordu minibüsü. Yine de neşeliydi. Neden olmasındı ki! Müziği vardı. Gideceği yer belliydi. Üsküdar’da da onu bekleyen dost sohbeti vardı.

  Üsküdar’a vardık. Minibüsten indim. Öylece yürümeye başladım. Birazcık ilerledim. İki trafik ışığını geçerek meydandaki parka doğru gittim. Anında genç bir adam çekti dikkatimi. Ayakta mum gibi duruyor, yüz metre kadar uzağında bir ağacın dibindeki bankta ağaca dönük olarak oturan bir kızı izliyordu. Kız kendi kendine konuşuyordu. Genç adam bir saniye olsun gözünü ayırmıyordu kızdan. Delice aşık gibiydi. Merak ettim... Güvercinlerle doluydu meydan. Gözüm arkada vapur iskelesine gittim. Çoğu insanın tercih ettiği Beşiktaş motoruna binmeyip vapur saatinin gelmesini bekledim. O sırada bir kız ile erkek arkadaşı kapıların açılmasını bekliyor vedalaşıyorlardı. Sarıldılar. Kız gitmek istemiyor gibiydi. Hüzünlüydü. Erkek de öyleydi ama bunu belli etmemeye çalışıyor gibiydi. İlginçti halleri. Kapılar açıldı. Kız erkek arkadaşına el salladıktan sonra vapura bindi. Vapurun kalkış saati gelmemişti henüz. Kız vapurda fazla ilerlemeden girişte durdu. Az sonra vapurdan inen insanların çıktığı demir parmaklıkların arkasında erkek arkadaşı belirdi. Kızın yüzü aydınlandı. Birbirlerine öylece bakıyor arada bir el sallıyorlardı. Az sonra pembe elbiseli bir kadın bindi vapura. Kız ile erkek arkadaşı birbirlerine gülümsediler. Erkek arkadaşı kadının güzel olduğunu belirtti işaretlerle. Mayolarıyla denize giren çocuklar vardı vapurun önünden. Bizim kızla erkek arkadaşının haline bakıp gülüyorlardı. Suratsız bir vapur görevlisi kızı ve aşık bakışlarını süzüyordu. Kız mutluğundan, hüznünden gülümsüyordu görevliye ama görevli karşılık vermiyordu. Kız işaret çekti arkasından, erkek arkadaşı güldü. Başka bir genç kadın ve sevgilisi bindi vapura. Onlar da vapurun fazla içine girmeden bir köşeye yerleştiler. Vapurun içinden bu insanları izliyordum. Bizim kız üzerine çökmüş olduğu merdivenden erkek arkadaşına el sallıyor, yeni gelen çift demirlere tünemiş aşık aşık sarılıyordu, pembe elbiseli kadın ise ayakta duruyor denizi izliyordu.. Kimbilir aklından neler geçiyordu. Vapur kalktı, gözleri hüzünle dolup taşarak son kez el salladı kız erkek arkadaşına. Vapur çok sessiz gitti Beşiktaş’a. Zaten sese ihtiyaç yoktu.. Görüntü her şeyi anlatmaya yetiyordu.

  Beşiktaş’taydım. Deniz kıyısında yürüyordum. Hava serinlemeye başlamış, ağırlaşmıştı. Bir yığın delikanlı ilişti gözüme. İki kızın peşine takılmış tanışmaya çalışıyorlardı. Kızlar yüz vermiyordu. Polis çağırırız diyorlardı. Erkekler ise hiç oralı değillerdi. Kızlardan biri dönüp: “Bu yaptığınızdan utanmanız gerekir” dedi. Erkekler güldü kahkahalar atarak ve bir tanesi: ”Öyle mi Zübeyde Teyze” dedi. Az sonra kızların peşinden ayrıldılar. Takip ettim delikanlıları. Bir tur atıp tekrar peşine takılmışlardı kızların. Daha önce söz almış olan erkek ağlamaklı bir ses tonuyla sinirli sinirli konuşuyordu: ”Polise haber verdiniz değil mi! Bizi tutuklayacaklar sizin yüzünüzden. Dayak yedik.......” Bir yığın küfür saydı. Ben onları izlerken bir amca beni dürtüp: ”Kızım ayakkabı bağın çözülmüş, onu bağla da düşmeyesin” dedi. Teşekkür edip bağladım. Yürümeye devam ettim. Sahil kenarında bir çift oturuyordu. Yanlarından geçtim. Beton bir çıkıntının üstüne sıkışıp oturmuşlar, kız bir hikaye anlatıyordu. Hikaye Beylerbeyi’nde eski bir evde geçen, yüzyıllardır kaybolmuş bir aşkı bulan iki insanla ilgiliydi. Hoştular. Paylaşımlarının bir sonunun geleceğini biliyor ama son damlalarına kadar birbirlerini yaşamak istiyormuşcasına... Gülümsedim. Çünkü bana göre onların bilgi haznesinde bir şey eksikti. Son gelmek zorunda değildi. Sonu hep getiren gelmek zorunda olduğunun beynimize ite kaka sokulmuş olması bilinciydi. Ve yaşamlarımız bu bilincin yanlış anlaşılmış bir yansımasıydı. Düşüne düşüne otobüs durağına varmışım. Taksim’e geçecektim. İlk gelen otobüse bindim. Tıka basa doluydu. Bir sonraki durakta orta kapıdan bir iki kişi daha girebildi. Ondan sonraki durakta ise orta kapı yeniden açıldı. Az önceki durakta otobüsü binmiş olan adamlardan biri bağırmaya başladı: ”Yuh be amma doldurdun otobüse, ne bu eziyet ya!” .

  Kısa süre sonra Taksim’deydik. Otobüsten indim. Taksim Meydanı’na doğru yürümeye başladım. Genç bir çift öylece duruyordu meydanın ortasında. Kavga ediyor gibiydiler. Herhalde kız takmıştı oğlana, oğlan ise umursamıyordu. Ya da onun gibi bir şey işte... Az sonra kız çekti gitti meydandan. Bir otobüse bindi. Oğlan öylece kalakaldı. Dondu. Etrafına şöyle bir bakındıktan sonra cebinden telefonunu çıkarttı. Konuştu. Kapattı. Hareketleri mekanikti. Onu orada tek başına bırakarak İstiklal Caddesi’ne doğru yürüdüm. İstiklal Caddesi yine çok renkliydi. Her türden insanla dolup taşıyordu. Hava kararmıştı, ışıkları güzeldi. Yorgun bakışlı insanlar vardı etrafta. Heyecanlı insanlar, donuk insanlar, şaşkın insanlar, neşeli insanlar, boş boş bakanlar, yüksek sesle konuşanlar. Uzaydan bu kocaman alan, bir insan sürüsünün toplanmış olduğu bir kare gibi gözüküyor olmalıydı. Bir insan sürüsü ama farklı görünmeye çalışan. Yine de aynı ortamdan, aynı olmaktan kopamayan. Pala bıyıklı koca tesbihli amca yine ortalardaydı. Bir başka amca tek sayfalar halinde yazdığı şiirleri satıyordu. Bir erkek yanındaki kıza bir şiir aldı. Yanımdan iki kız geçti, aldıkları tango derslerinden söz eden. Gözleri parlıyordu. Tünele vardım. Bir şey dikkatimi çekti, bütün Beyoğlu durmuş gibiydi bu görüntünün yanında. Genç bir kız ile ondan epeyce yaşlı bir adam yolun ortasında duruyor, bakışıyorlardı. Mekanın neresi olduğu, saatin kaç olduğu önemli değildi. Kaldırımsız sokakların arasından gramofon sesi yükseliyordu. Genç kız adamın elini tuttu ayrılmaya çalışırken. Adamın gözleri hüzünle doluydu. Kızın da. Adamın elini bırakınca kızın yüzünde bir boşluk belirdi. Adam ise bir an doğrularını bile unuttu. Boyundan büyük duyguları taşıyan küçücük kız arkasına bakmadan yok oldu kalbi cayır cayır yanarak.

  Yolun ortasında öylece kaldım. Makalemi yazamamış ve şaşkın bir vaziyette... Bir güvercin gördüm yolda, öylesine yürüyordu. Önünde durduğum dükkanın vitrininden yansımasını gördüm güvercinin, sonra da kendimin. 


Varlık (2002)

VARLIK

 

Domates, biber, salatalık, süt, yoğurt... Salatalık kalmamış.. Başka ne eksikti... Keşke liste yapsaydım. Kupalık hazır çorbalardan mı alsam, işe götürürüm. Tatlı bir şeyler de alayım bari, çikolata.. Bir şeyler.

- Migros kartınız var mı?

-yok.

-Şurayı imzalar mısınız?

 

Evin yolu gözümde büyüyor, özellikle de torbalarla. Iki çocuk kavga ediyor, iki kız çocuğu:

-" Ver bebeği, o benim"

-" Hayır, o benim"

Benim, senin, onun, bizim, sizin, onların. Iyelik eki en eski ek olmalı, ve en sık kullanılan. Benim toprağım, benim krallığım, benim karım, benim kocam, benim evim, benim sevgilim, annem, babam, benim çocuğum, benim elbisem, benim arabam...

Evime geldim. Alışverişleri dolabıma yerleştirdim, Küçük bir salata yaptım kendime, yedim. Televizyonu açtım, filmler var. Sıkılıyorum. Biraz daha beklemem gerek. Etrafın dönmesi dursun. Sonra devam edeyim yaşamıma. Saatlerce geçmiş öylece, bana ait hiçbir değeri simgelemeyen o kutunun karşısında. Iş olsun diye makarna yapıyorum, domates soslu. Domatesler bitti. Bana ait olan bir şey daha eksildi.

 

-"Buna katlanabilecek misin peki?"

Bir erkek bu soruyu soruyordu, karşısındaki aşık kıza. Kahvaltı etmek için girdiğim pastanede oturuyorlar. Konuşmayı bu cümleden yakalıyorum, merak ediyorum. Kız da diyor ki:

" Teoride benim değilsin, doğru. Ama bu sadece teoride böyle… Ben şu yüzüğü kaybedebilirim, ya da bir başkasına verebilirim ve artık benim olmaz. Peki, onu şimdi benim yüzüğüm yapan nedir?"

Beni en çok etkileyen, erkeğin o bakışıydı kıza. O ciddi, o ateşli bakışıydı. Paylaşamadıkları, sahip olamadıkları neydi bilemiyorum ama o erkeğin, o kıza o şekilde ilk defa baktığı belliydi. Kız uyuşmuş gibiydi. Sözlerine devam ediyordu:

" İşte seni de benim yapan şey, gerçekler değil. Ortada olan durum değil, insanların nasıl gördüğü değil, seni benim yapan şey, benim nasıl hissettiğim sadece. Bu yüzden de katlanılması zor olan bir şey kalmıyor ortada."

Erkek de tutulmuş gibiydi. Karşısında gördüğü kararlılık, ona hem çok yeniydi, hem de tanıdıktı da. Beklemediği bir şeydi sanırım. Onları nasıl bu kadar iyi anladım bilemiyorum, çünkü birbirlerine söyledikleri her şey dışarıdan dinleyen herkes için anlamsızken, onlar her şeyi anlıyorlardı. Benim gördüğüm bu sanırım. Erkek de konuşmaya başladı: "Ama ben, senin benim olduğunu hissedemiyorum" dedi. Gözlerim parladı. Sahip olmak üzerine düşündüğüm her şey bir cevap bulmuş gibiydi. Sahip olmanın, tek taraflı bir eylem olduğu... Ait olmak ile el ele gitmediği... Oysa ben hep, sahip olmak ait olmanın doğal bir sonucu sanırdım. İkisi teker teker, birbirinden bağımsız, tek bir kişinin, kendi içinde yaşadığı, asla paylaşamadığı eylemlermiş. Anarşizmin siyasete uygulandığında başarısız olmasının sebebi belki de.

" Oyun oynamıyoruz ama oynar gibiyiz aslında. Çünkü sen eve gittiğinde, ben eve gittiğimde, birbirimizi yok edeceğiz beynimizde. Ama sen ve ben, biz, buradayken her şey gerçekten var. Oyun oynanmadan. Yine de oynuyor gibiyiz"

Daha fazla dinleyemiyorum. Çiftleşme içgüdüsüyle, biz insanlar, en temel sorulara bile aşkı sokuyoruz. Bunu yapıyorlardı. Daha fazla dayanamadım.

Eve vardım, buzdolabımdan sütümü çıkarıp cezvemde, sadece sütten bir neskafe yaptım. Oturdum bilgisayarımın karşısına başladım yazmaya. Neskafe bitti. Nereye ait şimdi? Gelip geçen neskafe, kalan ait olan, sahip olunan fincan mı? Fincanı yere attım. Kırıldı. Fincan kimin şimdi?

Beynim iyice bulanmaya başladı. Kafamı nereye çevirsem dönüyor. Sabit tutmam gerekiyor, yoksa dönüyor. Televizyonda bir film oynuyor:

-" kollarını çek kız arkadaşımdan!"

-" Ona soralım istersen, kimin olduğunu..."

-" Ben kimseye ait değilim!....

...

Sahip olmak kadar güzel değil sanırım ait olmak.

Kanalı çeviriyorum, kafamı çeviriyorum, bir sürü obje geliyor gözümün önüne. Bordo bir lamba, moulin rouge filminin resmi, ekmek sepeti, tarot kartları. Bütün bunlar neye dönüşecek. Kimin olacak ki?

Gerçekle hayali sanırım karıştırmaya başlıyorum. Yattım, iyi gelmeli.

Alışveriş yaptığımın üçüncü günündeyim. Sütü yarılamışım, yoğurt duruyor. Çorbaları içmişim. Yine sütlü bir neskafe yapıyorum, süt az kalıyor. Akşama misafir var, mantı yapacağım. Televizyonu açıyorum. Bir fanus var televizyonda, kapağı açılıp içine yem atılıyor ara sıra. Bilimsel bir araştırma herhalde, deney fareleri yerine insanlar var. Onların davranışlarını, davranış bozukluklarını ölçen bir deney olmalı. Etki- tepki yasasını belki de... Bir evlenme programı yine. Sanırım artık kaynanalar da var içinde. İnsanlar o programda kendi sınırları için, sahip olduklarını düşündükleri şeyler için, etrafına işedikleri alanlar için birbirlerine havlayıp duruyorlar. Dayanamıyorum. Saatlerce güneş batana kadar pencere karşısındayım, kafamı çevirince dünya dönüyor. Güneş batıyor. Evdeki bütün saatleri atıyorum. Bir anlamları yok. Kimin olacakları şimdi? Onlar da isyan etmezler mi sahip olunmaya? Zaman birisine ait olabilir mi ki?

Mantıyı koyuyorum fırına. Yoğurdunu hazırlıyorum. Misafirlerim geldi, konuşuyoruz.

- " Bakın yeni telefonum.."

- "Aaa ne güzelmiş, ne özellikleri var?"

- "Sesimi tanıyor, bir tek benim sesimle açılıyor."

- " Kızın nasıl bu arada?"

- " iyidir ne yapsın, ev alıyorlar onlar da kendilerine.."

 

v.s........ v.s...........................

 

Gittiler. Yoğurt da bitti. Son kalan sütle, bir neskafe yaptım kendime.

Sıcak su dolduruyorum küvete, filmlerde yapıyorlar, güzel görünüyor.

Neskafem bitiyor. Alışverişimin dördüncü gününün sonunda o alışverişi yaptığıma dair bütün kanıtlar siliniyor. Artık benim olan bir şey kalmıyor aldıklarımdan. Kamerayı kuruyorum banyoya. Ben de bir deney yapmak istiyorum.

"Alo... Efendim"

" Salih hanımla görüşebilir miyim?"

" Evet, ben kendisiyim"

" Salih hanım, kızınız intihar etmiş..."

"............"

 

Telefon kapandı.

Ben aslında sadece bir deney yapmıştım. İntihar etmedim. Bilemezler elbet. Kamera kaydını izlediklerinde bile, sadece:" Demek ki ciddiymiş, küvete girmeden önce, dikey olarak kesmiş bileklerini" dediler.

Ama kafamı duyamadılar, çünkü benimdi galiba. Ben şimdi, kime aidim, bu bedenin sahibi kim şimdi? Kafamdaki sesin sahibi kim?

Şu saniye benim sahip olduğum tek bir şey var mı? Hep sahip olduğum tek şey, yavaş yavaş akıp giden varlığım mı?

 


Şehir (2002)

ŞEHİR

  

İzmir gökyüzüne bir bakışın binlerce iç içe geçmiş yıldızı sergilediği gecelerden birini yaşıyordu. İnsanlar kumsalda yatıyor bu hayranlık verici manzaranın tadını çıkarıyordu. Bir pansiyonun güneşin batışıyla sahile attığı şezlonglar ve sayesinde kazancının arttığı nargile kafe de bu yıldız manzarasının tadına tat katıyordu. Nargilelerini tüttüren gençler yan yana şezlonglarda yatıp el ele yıldızlara bakıyorlardı. Pansiyonun içine doğru bir seyre dalışta pansiyon sahibi telefonda konuşuyordu:

   “Evet, Ateş’im sen gel bakarız senin pansiyon işine, sana da açarız bir tane. Hatta ortak olmak isteyen bir arkadaşın varsa bu iş öyle daha iyi yürür. Ben bu işleri çok iyi öğrendim. Sen çık gel o yıkık şehirden ben sana yol yordam gösteririm. Artık bize ait bir şey kalmadı o şehirde. Haydi, eyvallah, telefonunu bekliyorum. Ya da iyisi mi sen çıkıp geliver.” Pansiyon sahibi yıldızlara keskin bir bakış attı durduğu yerden. İzmir’in uzun zamandır gördüğü en yıldızlı geceydi. Gökyüzünde boş yer kalmamıştı. Sanki yıldızlar bir yerde toplanmış parti yapıyorlardı. O keskin bakışı izleyerek hava bulutundan hava bulutuna atlayarak yıldızların en dibine gidince partinin niteliği açıklık kazandı. Yıldızlar gerçekten de toplanmış konuşuyorlar, yıldız konseyi gibi bir şey, üstelik gündemde çok önemli bir konu var. Her yıldız bulunduğu köşeden sorumlu olduğu şehrin raporunu veriyordu. Altı ayda bir yapılan bu toplantılarda şehirlerde meydana gelen doğal afetler ve doğal olmasa da atmosfere ulaşacak kadar yaygara koparan felaketler konuşuluyordu. Şehrin gösterdiği seyre bakılıp bir otopsi yapılıyordu şehre, didik didik sebepleri araştırılıyordu ve eğer çözülemeyecek bir şeyler var gibiyse şehirden vazgeçiliyordu. Şehrin kaderi ise idam ediliyordu. Yıldızlar o şehri artık görmez oluyordu, izlemez korumaz duruma geliyordu. Her şehir de altı ayda bir gündeme gelmiyordu çünkü bazı şehirler daha önemli bulunuyor bazılarının gündemi ise yavaş ilerliyor yavaş gelişen şehirler sınıfına konup beş yılda bir incelenmeye alınıyordu. Kısacası o şehirde meydana gelen değişimin hızı belirliyordu bu toplantıların frekansını.

Yıldızlar sırayla konuşuyor, raporlarını sunuyordu. Sıra küçük ama tecrübeli bir yıldıza geldi. İstanbul yıldızıydı.

   “Evet, şimdi İstanbul daha seyrek olarak izlediğimiz bir şehir. Aslında yeniliklere açık olmasına rağmen çok hırçın bir şehir oluşudur bunun altında yatan. İşimi zorlaştırıyor. Siz de biliyorsunuz ki yalnızlık bazı yıldızların hamurunda var. Her şehir zaman zaman yalnızlık çeker ama İstanbul’un yalnızlığı süregelen ve süre gidecek olan bir yalnızlık. Kendisinden çok farklı şehirlerle çevrili ve esas sorun çevresindeki şehirlerin İstanbul’un konumuna gelmesi gerektiğidir bence. Fakat Türkiye’nin öbür şehirleri İstanbul’un hızına yetişemediklerinden sorumlu yıldızlar çok da ilgi gösteremiyorlar. Bütün bu mesele kısır bir döngü halini alıyor zamanla. İçinde bulunduğu ülkenin şehirlerinden bu kadar uzak oluşu da huysuzluğunu ve yalnızlığını hat safhaya çıkarmakta…

   İşe yeni başlamış bir yıldız şaşkınlık içinde sordu:

   “Şehirler nasıl yalnızlık çekebilirler ki, nasıl mutsuz ve huysuz olabilirler, bütün bunlar hiçbir anlam ifade etmiyor.”

   Yıldız konseyinin başyıldızı kibar bir işaretle konuşma hakkını aldı:

   “Bu ders her yıldızın zamanla öğrenmesi gereken bir derstir. Bir şehre istatistiklerle ve teorik bilgilerle yaklaşamazsınız daima. Bir bütün olarak yaklaşabilmek sizin yeteneğinizde farkı yaratandır. Şehrin ruhsal konumu da hep göz önünde olmalıdır. Sadece biz yıldızlar değiliz evrende yalnızlık çekenler. Şehirler de yalnızlık çeker, şehirlerin de ruhları vardır. O şehirde yaşayan tün insanların ortalama ruh halidir hep o şehre yansıyan. O şehirde meydana gelen ve bizim incelediğimiz her doğal afet bu yalnızlığın getirdiği bir isyandır aslında. Her cinayet, her siyasi devrim şehrin o mazlum yalnızlığının haykırışıdır. Feci kan kaybeder o şehir ruhunun verdiği savaşta. Her olayın sonunda da ise otopsi masasına yatırılır o şehir, halinden hesap sorulmaya, cinnetine neden bulunmaya. Çoğu zaman ne yazık ki kaynağını bulamayız şehri en başında o masaya yatıran olayın. Ve İstanbul yıldızının da söylediği gibi o şehir belki de bulunduğu ülkenin en yalnız şehridir. İnsanların ona yaptığı yatırımlarla daha zengin, kitapların kaynakların ulaşılabilirliği ile daha geniş bakabilen, yurtiçi ve yurtdışı etkinliklere destekleyici ve ev sahibi olmasıyla daha kültürlü ama ne yazık ki selamsız sabahsız insanlarıyla ve onların ortalama ruhuyla daha yalnız. Çünkü şehirler çocuklar gibidir. Onlara ne verilirse onlar da ancak o ölçüde gelişebilir. Açılan kapılara girebilirler ancak. Türkiye açabileceği kapıların çoğunu İstanbul’a açmış bir ülkedir. İstanbul ise açılan kapılardan içeri girmiş ve büyümüş, akıllanmıştır, bu nedenle daha da yalnız kalmaya mahkûm bırakılmıştır. Bu kadar gelişmiş bir şehrin geride kalan şehirlerle ne konuşacak bir şeyi kalmıştır ne de sırtını dayayabileceği bir komşu şehir. Neyse gevezeliği bırakalım da işimize bakalım. Çabucak ver İstanbul’un raporunu da şu kararı verelim artık. Çok zamanımızı almaya başladı.”

   “Tabi efendim. Bir kere dört yıl önce çok büyük bir deprem meydana geldi. Yine İstanbul’un yalnız günlerinden biriydi, daha fazla parçalanmak istemiyor gibiydi. İçinde göçmenler dolup taşarken kendini öldürmek istedi sanırım. Biliyorsunuz artık “İstanbullu” çok az kaldı ve yalnızlığının sebeplerinden biri de bu aslında. Herkes bir yerlerden gelme ve içinde yaşayan çoğu insanın kalbinde atan bir başka şehir var. İstanbul nasıl bu kadar sevilmeye muhtaç, nasıl bu kadar yalnız olmasın.”

   Bir şimşek hızında yeryüzüne inince; depremin oluşunu izlemek, haykırışları görmek mümkündür. Yıldızlar kabaca görüyorlar şehri, teke tek insanları tanımıyor bazı şeylerden bir haber oluyorlar. Depremin meydana geldiği gün aslında sıradan bir gün değildi. İstanbullular artık yorgun. Hepsi başka bir şehre yerleşme derdinde. Güneye, batıya, sıcak ve sessiz ama en çok da sakin bir yerlere... İstanbul nasıl kan ağlamasın. Gece 2-3 gibiydi depremin meydana gelişi. Ve ertesi gün için Ateş isminde eski bir İstanbullunun elinde bir otobüs bileti. Altmış yaşlarındaydı, batıya yerleşmeye karar vermişti. Pansiyon işletecek sessizlik sakinlik içinde yaşayacaktı. Soyu tükenmekte olan İstanbul’u koşulsuz sevenlerin ender bir temsilcisiydi. Yatırımlarla zenginleşip şehirleşmeden önce bile sevmişti İstanbul’u. Artık sevmez olmuştu. Pisliği, gürültüsü, politikası, televizyonu, piyasası, medyası ve hayata bakış açısı… Bunların hepsi onu kendi şehrinden uzaklaştırmıştı. İstilaya uğramıştı İstanbul ve evli evinden ediliyor, dağdan gelenler bağdakini kovuyordu. Gidemedi. Deprem olmuştu. İlgilenmesi gereken işler vardı. Ailesinden birçok insanı kaybetti o depremde ve artık çekip gitmek kaçınılmaz hale geldi. O aynı şimşek bulutu içinde yıldızlara geri dönüldüğünde yıldız hâlâ konuşuyordu.

   “Bu depremde çok insan öldü, çok insan yaralandı, çok insan korkusuyla baş başa kaldı. İstanbul her zamandan çok çaresizlik kokmaya başladı. Mahkemeye çıkarttım o olaydan sonra şehri ve şehir suçlu bulundu. Otopsisinde ise gözle görülür bulgular vardı. Büyümüş bir kalp bulundu ve kalp kası açıldığında içinden birikmiş kıskançlık kristalleri döküldü. Şehrin suçlu oluşu bu bulgularla desteklendi. Uyarı aldı. Ama felaketler bununla bitmedi. Depremden iki sene sonra bir alışveriş merkezinde patlamalar meydana geldi. Toz bulutları atmosfere yükseldi. Olaydan haberdar olduğumda mahkemeyi hemen topladım yeniden. İnsanlar ölmüştü ve İstanbul’un yıkıma ev sahipliği yapan bir şehir olduğu artık gün gibi ortadaydı. Nüfusu gittikçe artan bu şehir sanki göçleri engellemek kendine ait olanı kendinde tutmak istiyor gibiydi. Mahkemede yine suçlu bulundu ve otopsisi de kısa sürdü. Hemen kanında çaresizlik hücreleri saptandı. Mahkeme emri çıkarttı. İstanbul’un kaderine bir sonraki yıldız konseyinde karar verilecek dendi.”

   “Peki, öyleyse…” dedi konsey başkanı “O zaman kendi aramızda oyu vereceğiz hemen ve toplantımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz… Size düşünmek için biraz süre tanıyacağım.”

   Yıldızlar büyük bir sorumluluk gerektiren bir karar verme işinde cebelleşirken Ateş Bey İstanbul’dan ayrılamıyordu. Tam planlarını yapmışken bu sefer patlamalar meydana geldi o çok sevdiği şehrin göbeğinde. Planlarını ertelemek zorunda kaldı. Çok da ertelemedi. Sakarya’ya trenle geçip pansiyon konusunda onunla iş yapmak isteyen bir arkadaşını alıp gidecekti İzmir’e. Yıldızlar kararlarını vermek için düşünürken İstanbul deliliğinin tepesine varmıştı. Ateş Bey’in bindiği tren birçok insanı öldürerek kaza yaptı. Ateş Bey ölenlerden biriydi. Cesedi de İstanbul’da kaldı, mezara kendi şehrinde gömüldü.

   Yıldızlar ise kararı vermişti. Konsey başkanı konuşuyordu:

   “Bir şehri o şehir yapan insanlarıdır. İnsan değiştikçe o şehir de değişir. Ama şehirler değişmek istemezler, değişim onları yorar yıkar. Belki İstanbul’un halinden, cinnetinden ve milyonlarca cinayetlerinden insanları sorumludur ama suçlu bulunan şehirdir. Oy üstünlüğü ile İstanbul’un idamına karar verilmiştir. Bir sonraki şehre geçelim.”

 

   Aslına bakılırsa İstanbul çoktan ölmüştü ama yine de idam kararı alındı ve kendi başının çaresine bakmak üzere terk edilmeden önce son bir defa otopsi masasına yatırıldı.  Masaya yatırılınca yüzünde koskoca bir gülümseme belirdi. Planlanmış bir cinnetin geriye kalan tek kanıtıydı bu.  


O çuval (2002)

2002 YILI

O ÇUVAL

 

-“Hanımlar, beyler… Bu fırsat kaçmaz, bir daha bu fiyata bulamazsınız, demedi demeyin, aşkta promosyon var, pahalıya gitmeyin,gelin… gelin, aşkta promosyon var!”

Bir grup kadın vardı, önlere geçebilmek için kapışıyorlardı, bir tanesi bağırdı:

-“ Kaça veriyorsun?”

- “Bir parça güven, bir tutam şevkat, bir torba dolusu güzel söz ve bir gelecek vaadi ile alabilirsiniz”

- “Öyle orada burada aramayın, aşk ayağınıza geliyor, bunu kaçırmayın, 100 % tatmin garantilidir”

Bedelini öğrenenlerden bir grup ayrılan oldu pazarcının başından, bir başka kadın, orta yaşlarında kederli bir ses tonu ile sordu:

- “Ya beğenmezsek, ya bozuk çıkarsa?”

- “Çıkmaz abla, bunlar 100% tatmin garantilidir, ayağınıza getiriyoruz, kaçmaz bunlar, altın fırsat, hayal ettiğiniz her şey, bugüne kadar arayıp da bulamadığınız, bedeli de yüksek değil, bunlar ömür boyu gider abla”

 

Önümde bir çuval duruyordu, bir adamın satılmaya konmuş aşkıydı, aşkını ortaya atmıştı, kim alırsa ona verecekti. İlk karşıma çıkan oydu, diğer çuvallar daha bir arka planda duruyordu, sanki bu eylem hoşlarına gitmiyormuş gibi, şartlar onları buna zorlamış gibi. Ama tam önümde duran çuval kendini ortaya atmıştı. Bağını çözdüm içine baktım. Gözlerim kamaştı. Amca doğru söylemişti. Ne hayal ettiysem onun içindeydi. Sıcaklık, güven, romantizm, sevgi, delilik, endam, tatlılık hepsi o çuvalın içindeydi. Gözlerim kamaştı, inanamadım. Bunun olabileceğine, hepsini bir anda aynı çuvalda bulabileceğime inanamadım. Uzun süre durdum çuvalın başında. Al beni al beni diye bağırıyordu sanki. Yanımda arkadaşlarım vardı, al diyorlardı bana, bir daha bulamazsın ve pişman olursun diyorlardı. Almayacaktım, gerçekten almayacaktım ama aynı zamanda çuvalın içinde içtenlik ve olgunluk da gördüm. Ve bir anda, başkasının almasından korkarak, eğildim kuşku dolu gözlerle çuvalı süzdüm, bana güven verici bakışlar attı, gözlerim doldu, inanamadım aradığım her şeyi o an bulduğuma. Karşılığında kalbimi ve ruhumu vererek… Tam ben giderken amca dedi ki:

  • “Unutma kızım, beslemezsen açlıktan ölür”
  • “nasıl besleyeceğim amca?”
  • Her ögünde bir damla hayatından akıtacaksın içine” dedi Sanıyordum.Doğru pazarcı amcaya gittim. Olayı anlattım.Çuvalı çıkarırken hangi çuval olduğunu görünce birden sustu. “ O çuvalsa olmaz” dedi, “ O buraya nasıl karışmış bilmiyorum. Daha önce de canımızı yaktı bizim, satışlarımızı etkiledi. Onu postalamak için ayrı bir yerde tutuyorduk.”“ Nesi var amca bu çuvalın, en güzeliydi, bana en uygun olanıydı, gerçekti, nesi var amca?!!!” Sesim titriyordu. Amca da etkilenmişti, çok üzgündü, sorumluluk hissediyordu:Amcanın gözleri dolmuştu. Çok üzgündü ama yapabileceği bir şey yoktu. Hüngür hüngür ağlıyordum. Birden sustum, masumiyeti tüketilmiş gözlerimi çuvala diktim. Sonra amca ile kısık, titrek ve her an kopmaya hazır bir ses tonu ile konuşmaya başladım:Amca beni teselli edemeyeceğini anlamıştı ama yine de devam etti sözlerine: “ O çuval tükettiği yaşamlar ile yaşayan bir çuval, sen ne şekilde istiyorsan onu o şekilde olur. Her türlü olabilir, her şekle girebilir. Bu yüzden üzülmemelisin çok, çünkü kendini adadığın çuval aslında o değildi, o değişti bile. Görüp de aşık olduğun her şey, görmek istediklerindi. Ve gözün kör olduğu için değil sadece o kendini öyle gösterdiği için gördün onları. Onu bir sonraki alanın doğrultusunda, bambaşka biri de olacak bundan sonra, bu yüzden elinden geldiğince üzülme kızım.”Gözlerim yaşlı ayrıldım pazarcı amcanın yanından. Uzun süre öyle kalacaktım, biliyordum.
  •  
  •  
  • “ Amca onu alırken büyük bir bedel ödemiştim. Güvenimi sammimiyetimi, umudumu, şevkatimi, ruhumu, kalbimi ve yaşamımı verdim. Bedeli çok daha azken… Fazlasını verdim amca. O da beni “bir parça güven bir tutam şevkat, bir torba dolusu güzel söz ve bir gelecek vaadi ile satın aldı. Kendi fiyatına beni aldı. Sonra ona sürekli hayatımdan damlattım, evet belki bazen yetişemedim ama amca fazla mı geldi ona bütün bunlar? Sadece bedelini olduğu gibi ödeyip, gitmeli miydim? Çünkü ona bütün hayatımı akıttım. Ve kendime bir şey kalmadı. Çok içim acıyor, canım yanıyor.
  • “ Kızım o çok nankör bir çuvaldır. Diğer çuvallar buradalar çünkü hayatta umutlarını yitirmişler, aşkı bulmaktan ümidi kesmişler. Belki huzuru bulabilecekleri umudu ile kendilerini öylece ortaya atmışlar. Ama o çuval, o hep başkalarından bir şeyler tüketerek yaşayan bir çuval. O sadakat ve bağlılık dolu bir çuval değil. Sürekli birileri alsın diye kendini ortaya atan bir çuval sadece. Onun bir öğününü vermezsen, hırçınlaşır, bencilleşir, bütün ışıltısı söner. Bunu hemen de belli etmez. Oysa hiçbir çuval her öğün beslenemez çünkü kimsenin buna ayıracak vakti veya hayatı yok. O çuvala ne kadar bakım yaparsan yap, yapmadıklarını görür ve her şeyden seni sorumlu tutarak birdenbire simsiyah oluverir.”
  • Gözlerim yaşla doldu.
  • “ Kızım ücretini geri öderiz, 100% tatmin garantili...”
  • Bir sabah uyandım, çok mutluydum. Çuvalın varlığı bile beni sevindirmeye yetiyordu. Bağını çözdüm, içine baktım. Simsiyahtı. Bütün ışıltılar yok olmuştu. Kendimi yere bıraktım, bedenim yerde kıvranıyordu, ruhum havada asılı kalmıştı. Inanamadım bunun doğru olduğuna, mutlaka başka bir şey olmalıydı. Başka bir açıklaması olmalıydı bu işin.
  • Eve döndüm içini açtım. Gördüğüm her şey sonuna kadar doğruydu. Zamanla bazı pürüzleri olduğunu gördüm. Ama onlar bile güzel geliyordu bana. Ona her öğünde bir damla yaşamımdan damlatıyordum. Yoğun programım nedeniyle onu besleyemediğim zamanlar oluyordu ama o buna katlanabilir görünüyordu. O da hep beni beklemişti ve benim için her şeye katalanabilirdi.
  • Seve seve kabul ettim, böyle bir çuval için her şeye değerdi.